- Kalabalık Yalnızlık ve İç Dünyamızın Hayatta Kalması -

Yayınlanma Tarihi : 29.09.2025

Kalabalık Yalnızlık ve İç Dünyamızın Hayatta Kalması

Modern çağımızda insanlarla tanışmak ve iletişime geçmek kolaylaşsa, dünya küçülse bile gün geçtikçe yalnızlaşıyoruz. Hatta geçen sene TDK buna yeni bir isim bile buldu. Adı da “kalabalık yalnızlık”. Bu yazıda bireylerin neden yalnız hissettiklerinin sebeplerinden önemli gördüğüm üçünü anlatacağım.

  1. Bireysel beklentilerin artışı ve takibinde ruminasyon, öz şefkat yoksunluğu

Toplumumuz teknolojinin ve sosyal medyanın nimetlerini edinmesi ile rekabeti ve başkalarının yaşadığı hayatları daha öncelikli bir hale getirdi ve bireyselliğimiz bu son bir düzine yıl içerisinde pazarlama unsuru oldu. Bu pazarlama alanında insanlar kendilerini hiç bitmeyen bir kişisel gelişim alanında bulmakta ve kendine dönmekte zorlanmaktadır. Modern narsistik çağ, narsistik bir kültüre kendisini bıraktı ve oluşturduğu tüketim toplumu özellikle empati yitimi ve hak görme kavramlarında yeni bir boyuta ulaştı (Twenge, J. M., & Campbell, W. K., 2009). Zamanla bilinmenin veya beğenilmenin daha doğrusu dikkatinin üzerinde olmasının keyif verdiği bir alan içerisinde kendimizi var etmeye çabalıyoruz. Dikkatimizi ve enerjimizi bizi biz yapan yegâne özelliklere değil kendisini ideal kendisi yapacak bir imaja yatırmamıza sebep oluyor. Hakiki olanı ideal kendimiz olarak görüyor ve ancak ideal olan kendimize ulaşırsak bu hayatın meyvesini yiyebileceğimize inanıyoruz. Daha zengin, daha estetik gibi... Bu eksiklikleri kapatmaya çalışmak çözüm gibi gözükse de aslında çözümü olmayan ve bitmeyen bir döngüye hapseder ve olumsuz düşünceler zinciri dediğimiz ruminasyona sebep olur (Watkins, 2008).  Ruminasyon zaman içerisinde kendimize bakış açımızı bilişsel olarak çarpıtır ve kendimizi olduğumuzdan farklı ve olumsuz algılarız. Bu bakış açısından bakıldığında ötekiler sadece kendimize hizmet eden ve kendiliğimizi geliştirecek bir unsur olarak algılamamızı bize mecburmuşuz gibi hissettiriyor. Hem kendimizi hem de ötekileri kendimize katma güdüsüyle tüketmek zorunda hissediyor ve yalnızlaşıyoruz.

  1. Dile getirilemeyen duygusal dünyamız ve takibinde eksiklik, anlamsızlık duygusu

Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud zamanında histeri adı verilen bir rahatsızlık kadınların önemli bir kısmını etkilemiş ve tıbbi uzmanlar bu rahatsızlığı çözmek amacıyla seferberlik ilan etmişti. Hepsi histeri adı verilen kadınları kas spazmlarına, cilveli yapmaya ve kimi zaman da çocuklaşmaya sebep olan krizler yaşatıyordu. Zamanın önde gelen fransız nörobilim uzmanı Jean-Martin Charcot’ın önderliğinde hipnoz adı verilen bir teknik ile kadınları rahatlatabiliyorlarsa da bir türlü bu fenomenin fizyolojik sebeplerini bulamıyorlardı. Alışılmış düşünce standartlarının dışında Freud’un akıl hocası Joseph Breuer bu sorunu kadınların bedenlerinde değil de iç dünyalarından, ruhlarından kaynaklanabileceğini düşünüyordu. Freud onun öğretilerini genişletti ve dinlediği hastalardan çıkarımlar yaparak histeri krizine sebep olanın kadınların cinselliklerini bastırmasına bağladı (Breuer, J., & Freud, S., 1957). Freud bu sonuca aslında sadece dinlediği kadın hastalardan değil, hayran olduğu yazar olan Goethe’den de esinlenerek bu sonuca varmıştı. Goethe okuyan kadınlar dama çıkıyor ve kendilerini çatıdan atıp aşk uğruna intihar ediyordu. Çünkü romantik yazar Goethe kadınların bastırdıkları erotik duyguları dile getiriyordu. Dile gelince kadınlar eksikliğin adını koyabiliyor ve zihinleri bilinçli olarak bu kavramı işleyebilir oluyordu.

Günümüzde de bir benzeri duygu dünyamız için geçerlidir. Duygusal zekâ dediğimiz şey de aslında budur. Yani dile gelmeyen duyguları dile getirebilme ve anladığına göre doğru davranışı gösterebilmesini sağlayan empati becerisidir. Narsistik kültürün bizden götürdüğü de işte budur (Ayşegül Dağtekin, 2022). Geleneksel toplum yapısının daha modern olan bireyleşmenin ön planda olduğu toplum yapısında aileler çocuklarının duygularını hor görmüşlerdir. Burada hor görülmekten kastım işte tam olarak da hissedilen deneyimin bir kişi tarafından- burada ebeveynler- aynalanmamış ve dile getirilecek materyali çocuğa verememiştir. Ebeveynler bunu bilinçsizce, kendilerinde eksik gördükleri tarafları çocuklarına yansıtarak ve çocuklarının yansıtılanı gerçek deneyim olarak algılamaları için yapmışlardır. Bu onlara değerli hissettirir. Bu sebeple de çocuklarını uslu olarak algılar ve ödüllendirirler. Çocuk da bunu gerçek bir sevgi olarak algılar (Goldberg, A. 2002). Ancak yaş ilerleyince bireyin zihni hayatına anlam vermekte zorlanmaya başlar. Çünkü bize şeyleri anlamlı kıldıran bize atfedilenden değil, özümüzden gelen duygulardır. Fakat ebeveynlerimizle bağlanma dinamiklerimiz bunu dile getirilemez kılmıştır. Bu yaşantı sebebiyle de insan ilişkilerimizde aslında dile getirilemeyen veya özümüze ait olmayan doyumlar ve hayaller peşinde koşuyoruz. Bu da gerçek değil de ideal kendilik ile birleşti mi ilişkilerimizi imkânsız bir boyuta taşımakta ve bizi yalnızlaştırmaktadır.

         3)   Başkalarının hayatları ile kıyaslama ve kaybedilen güven duygusu

Sosyolog ve psikolog Leon Festinger 1954’te sosyal karşılaştırma kuramı denen bir sosyal psikoloji kuramı ortaya attı. İnsanların beceriler, yetenekler gibi yeterlilik düzeylerini değerlendirmeye dair bir güdüsünün olduğunu ve bu değerlendirmeyi kendisine benzer özellikler gösteren insanlar ile kendisini kıyaslayarak yaptığını öne sürmüştü. Ona göre bu kişilerin kendilerine ait yeterliliklerin doğru bir tanım elde etmek için bir sağlama biçimidir ve doğaldır. Festinger’a göre bu kıyaslama bir yandan da benliğin değerlerini yüceltme ve ileri taşıma amacı taşır. Örneğin bir koşucu atlet kendisinden daha iyi bir koşucu ile kendisini kıyaslayıp kendi performansını daha ileri götürmeyi zihninde kurabilir veya onun başına gelen olumsuz olaylardan ders çıkarıp dikkatli olabilir. Aynı zamanda kendisi gibi olduğu için ona yapılan olumsuz bir olayı içselleştirmeyi de sağlar. Bu özellik başkasının başına gelen olumlu şeyler için sevinmemizi ve birbirimize güvenli bir şekilde bağlanmamızın sebeplerinden bir tanesidir.

Günümüzde ise bu kıyaslama -özellikle sosyal medya aracılığı ile- sonucunda insanlar olumlu geribildirim almaktan ve kıyasladığı insana sempati beslemektense kendisine dair olumsuz geribildirim almaktadır (Esra Asıcı, 2022).

Peki, bu bilgilerin ışığında bizim ne yapmamız gerek? Bireysel beklentilerin yarattığı kısır döngüden, dile getirilemeyen duyguların oluşturduğu boşluktan ve kıyaslamanın zedelediği güven duygusundan çıkış yolu; öz şefkati geliştirmek, duygularımızı ifade edebilmek ve başkalarıyla karşılaştırmayı rekabet değil öğrenme zemini olarak görebilmektir. Ancak bu şekilde hem kendimizi hem de ötekileri anlamlı bir bağ içinde konumlandırabilir ve kalabalık yalnızlığın içinde gerçek bir birlik duygusunu yeniden inşa edebiliriz.

Referanslar

Breuer, J., & Freud, S. (1957). Studies on hysteria. Basic Books

Dağtekin, A. (2022). Tüketim toplumu-narsisizm ilişkisine sosyolojik bir bakış. Yayınlanmamış yüksek lisans tezi. Bursa Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Asıcı, E. (2022). Instagram’da Yapılan Sosyal Karşılaştırmaların Ruh Sağlığı Üzerindeki Yordayıcı Rolleri. Muallim Rıfat Eğitim Fakültesi Dergisi, 4(2), 106-126.

Goldberg, A.I. (1999). Being of Two Minds: The Vertical Split in Psychoanalysis and Psychotherapy (1st ed.). Routledge. https://doi.org/10.4324/9780203779941

Twenge, J. M., & Campbell, W. K. (2009). The narcissism epidemic: Living in the age of entitlement. Free Press.

 

Watkins, E. R. (2008). Constructive and unconstructive repetitive thought.Psychological Bulletin, 134(2), 163–206. https://doi.org/10.1037/0033-2909.134.2.163